Polonya, Belçika, Arnavutluk ve İsrail’den daha büyük kıyı şeridine sahip olan Antalya bu büyük zenginliği neden değerlendiremiyor…

Doğu ve batı sınırlarını iki nehrin belirlediği Antalya, Eşen ve Kaledran çayları arasında 640 kilometrelik kıyı uzunluğu ile birçok ülkeden daha fazla sahile sahip. Maldivlerin 644, Katar’ın 563, Bangladeş’in 580, Kuveyt’in 499, Polonya’nın 491, Arnavutluk’un 362, Gürcistan’ın 310, İsrail'in 273, Suriye’nin 196, Bahreyn’in 161, Litvanya’nın 99, Belçika’nın 66, Bosna Hersek’in 20, dünyanın en önemli turizm merkezlerinden biri olan Monako’nun ise sadece 4 kilometrelik kıyı şeridi uzunluğu bulunuyor.

Antalya’nın sahip olduğu coğrafi ve iklimsel avantajlarıyla dünyanın birçok ülkesinden çok daha önemli bir konumda olmasının yanında bütün bu doğal varlıklara yönelik saldırılar göz önüne alındığında “dünyanın en çok yağmalanan kenti” demek de abartılı olmayacaktır. Mevcuttaki koruma yasaları popülizm uğruna deliniyor, KHK’lar ya da benzeri yasal düzenlemelerle kentin coğrafyası yağmalanıyor, bütün kamunun ortak varlığı olan doğal değerler iktidar tarafından yandaşlarına zenginleşme aracı olarak sunuluyor. Bütün bu tablo karşısında Antalya’nın coğrafyası ve zengin doğasını büyük yağma saldırısına karşı koruyacak kurumsal mücadele yürüten bir tane bile kuruluşun olmaması durumun vahametini ortaya koymaktadır. “Kamu, üniversite ve sivil toplum” sacayağı ile yürütülen göstermelik koruma çabaları daha çok yıkımın sürdürülebilir olmasının yasal yollarını arayıp bulmakta, gerçekte kentin doğası bir avuç gönüllü insanın yürüttüğü cılız mücadele dışında tümüyle sahipsiz kalmaktadır. Bu konuda gösterilen dirençler iktidar tarafından ‘çevreci’ yaftası yapıştırılarak ötekileştiriliyor, suyunu, ormanını, toprağını korumaya çalışan insanlar adeta ‘vatan haini’, ‘terörist’ ilan ediliyor. İktidar partisinin en tepesindeki isimlerin ‘en büyük çevreci biziz’ söylemleriyle yaşam alanlarını savunmaya çalışan bir avuç insanın direnci kırılmaya çalışılıyor.

“Biz bu kenti koruyoruz, ağacını, denizini, dağını, suyunu, ormanını koruyoruz”, “Biz bugün şu ağacı koruduk, şu fesleğeni yeşerttik” diyebilen bir yönetim anlayışına son yıllarda yağma ve yıkımdan oldukça yıpranan toplumun büyük ölçüde ihtiyacı vardır. Bu her sınıftan ve kesimden insanın ihtiyacıdır ve geleceğin politik söylemine yön verecek bir gerçekliktir. Müziğinden mutfağına, dokumasından mimarisine, geleneksel sporundan yerel tarım ürünlerine kentin kültürel köklerinin eriyip gitmesine seyirci kalmayacak bir yönetim anlayışına ihtiyaç var."

***

Yukarıda bir kısmını aktardığım yazıyı, 2019 yerel seçimlerinden hemen önce, 29 Mart 2019 tarihinde yazmıştım:https://gazeteciyazaryusufyavuzcom.wordpress.com/2019/03/29/antalyanin-neden-bir-kent-anayasasina-ihtiyaci-var/ 

Aradan geçen yaklaşık 5 yıllık süre içinde yazıda aktarılan birçok sorun, kötü yönetim anlayışı ve rant siyaseti iyileşmek yerine birçok açıdan daha da kötüye gitti. En kötüsü de kentin yönetici profili ve niteliğindeki kötüye gidiş. Liyakat yerine sadakatin, kamu çıkarı yerine kişisel çıkarların öne geçtiği ve giderek yerleşik hale geldiği bu dönemde kent epeyce kan kaybetti. 

Şimdi tüm ülke yeniden bir yerel seçime hazırlanıyor. Bu kez bir önceki dönemden daha ağır bir siyasi ortamda seçime gidiliyor. Yerel seçimler adeta genel seçimlerden çok daha belirleyici, önemsenen, yarışın kıran kırana geçtiği bir arenaya dönüştü. Bu, aslında bir tür rant paylaşımı arenası. Merkezi siyasetin finansmanını büyük ölçüde yerel yönetimler belirliyor. Özellikle büyükşehirler. Bu yüzden adı seçim olan bir süreçte, seçmen en son düşünülen, en son sıra gelen, en son görüşüne başvurulan kesim oluyor. Seçim, daha çok kim kimin çıkarını kollayacak, kim kimin adamı, kim kime daha çok rant aktarımı yapacak soruları etrafında dönüyor. 

Yerel seçimlerin, kentlinin, halkın ve kamuoyunun, kamu çıkarını korumanın; ülkenin-kentin değerlerini, varlığını, mirasını, hafızasını kollamanın, içi boş bir ezbere dönüştürülen "tüyü bitmemiş yetimin hakkı"nı savunmanın bir yolu, aracı olacaksa; o halde 5 yılda bir gönlü okşanıp sandığa giden birey olmak yetmez. 

Kentli seçmen, verdiği oyun hakkını arayıp hesabını sormuyorsa, her 5 yılda bir kendisine uzatılan havuca fit olup gönlü okşanarak tarafgirliğe gömülüp yanlışa karşı körleşiyorsa, yaşadığı kent yağmalanırken "bizim parti iyi, diğerleri kötü" diyerek üç maymunu oynuyorsa; seçimler sadece rant oyununda oyuncuların değiştirilmesinden ibarettir. kazanan hep masa, masayı elinde tutup dizayn eden, rolleri dağıtan, oyunu yönlendirenler olur. 

Bu bakımdan kentlerin, ülkenin tüm birikimlerinin birer birer yok edildiği, imar rantının her şeyin önüne geçtiği, beton ekonomisinin egemen olduğu bir dönemde yerel yönetimlerin işleyişinin yeniden yapılandırılması gerekiyor. Aksi halde bu gidişat sürdürülebilir bir gidişat değil. 

Örneğin altyapı yatırımlarının, sonuçları daha uzun dönemde görünür olduğu için oy kaygısı yüzünden hep ertelenmesi, kamu kaynaklarının göz boyamaya dönük sabun köpüğü yüzeysel işlere harcanması milletin parasıyla millete hovardalık yapmak anlamına geliyor. Yerel yönetim yasası bugünün koşullarına göre yeniden düzenlenmezse, kentler krizlere karşı dirençli hale getirilmezse, başkan adaylığı parayla alınıp satılan bir şey olmaktan çıkarılmazsa tüm ülkeyi daha büyük sorunlar bekliyor...

Yukarıdaki, 5 yıl önce yazdığım yazının üzerine bugün daha iyi şeyler söyleyebilmeyi çok isterdim. Ancak aradan geçen zamanda görüp yaşadıklarımız daha kötüsünü söylemekten imtina etmemize neden oluyor...

[email protected]