Maalesef dünya, her geçen gün yeni bir kalıba girerken, üzerinde yaşayan insanlar da, bam başka bir sürecin içine giriyorlar.

Peki, insan ve insanlık hep böylemi idi?

İşte üzerinde düşünülmesi gereken soru.

Bazı kitapları, sözlükleri, sanal ortamı karıştırdım, "Başkalarını düşünen/ insan olur mu/ nasıldır/ kimdir" gibi başlıklar altında taramalar yaptım, hepsi sanki psikolojik sorunlar yaşayan birilerinin gittikleri psikologların, psikiyatristlerin ya da günlük yaşamda kendilerini kişilerin eğitimli yaşam kaynağı saydıkları "yaşam koçları"nın yazdıkları, söyledikleri.

Yok efendim, kendisinden başkasını düşünene "SOSYOPAT", başkasını düşünmeye "SEMPATİ", başkalarını düşünen insana "DİĞERKÂM" neler, neler yok ki.

Yalnız bu güne bakarak insanı ve insanın düşüncesini sorgulamak, analiz etmek pek doğru değildir.

Tamam kişi ya da sosyal- toplumsal bir olay var ise elbette ki günün koşullarına göre değerlendirme ve analiz yapmak gerekir ama daha genel, evrensel düşünürsek!...

Ne zaman böyle düşünsem hep aklıma 1712-1778 yılları arasında Avrupa'da yaşamış, filozof, yazar, besteci , Avrupanın aydınlamasını ve Fransız Devrimini etkileyen Jean-Jacques Rousseau gelir. 

Onun da, 1755 yılında yazdığı "İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Temeli ve Kökenleri", 1762 yılında yazdığı "Toplum Sözleşmesi" ile şu anda benim her ne kadar şehirde de yazsam, 1764 yılında yazdığı Dağda Yazılmış Mektuplar"ı gelir.

Tabi konuyla ilgi olarak TOPLUM SÖZLEŞMESİ, bir başkadır.

Konuyu kişiselleştirmemek için, yapıtı dilimize çeviren Vedat Günyol'un kitabın girişine yazdıkları benim de meramımı anlacaktır: 

“Toplum Sözleşmesi, haklı ve doğru bir toplumun temellerini atmaya çalışıyor. İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Doğuşu ve Temelleri Üstüne Konuşma adlı yapıtında Rousseau, insanların doğal yaşama halindeki ilk özgürlüklerinin özlemini çekmektedir. Ona göre, doğa yasaları gereğince yaşayan insanlar özgür ve eşittirler, toplum düzenine geçince bu mutluluğu yitirmişlerdir. İnsanların başına gelen belaların başlıcası mal mülk tutkusundan doğmuştur. Ayrıca, bir avuç güçlü insanın başkalarını buyruk altına almasıyla da insanlar arasında kölelik-efendilik ilişkileri çıkmıştır ortaya. 

Kısaca, insanın yaradılışı ile toplum içindeki koşullar arasında derin bir karşıtlık doğmuştur.”

Hele hele yazarın yapıtında söylediği:

"Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip, burası benimdir diyen ve buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan; uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. 

O zaman biri çıkıp çitleri söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da insanlara; sakın dinlemeyin bu sahtekarı, meyveler herkesindir, toprak hiç kimsenin değildir ve bunu unutursanız mahvolursunuz diye haykırsaydı işte o adam insan türünü nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden kurtaracaktı." sözlerinin üstüne ne denilir ki!..

Ne yazık ki günümüz bilim, teknoloji ve siyaseti de hep tekil, kişiler üzerine.

Günümüzde modern, çağdaş, uygar insan olmanın koşullarından birisi de başkaları, toplum, ailesi, devleti, milleti için çalışıyor olmaktan geçer. Her ne kadar ideal bir düşünce olsa da gerçek yaşamda pek de sıklıkla  karşılaşmıyoruz.

En azında yaşadığım dönem için söyleyeyim, TEMA vakfı kurucusu "Toprak Dede" Hayrettin Karaca, Çağdaş Yaşam'ın kurucusu Dr. Türkan Saylan, bir de ömrünü bu ülke ve yurttaşları için harcayan Mustafa Kemal ATATÜRK dışında.

Üzgünüm ki, ilkel komünal denilen ilk çağların insanı ve toplumu bu günün insanından eğitimsiz vs. olabilir ama günün koşullarında günümüz insanın anlayamayacağı ve ulaşamayacağı bir insani duyarlılık ve dayanışma içinde.

Toplumsal iş bölümü, güç ve yapabilirlik durumuna göre erkek ve kadının bir rol dağılımı var.

Günümüzde ha bire "Kadın Hakları"ndan, kadının ezilmesinden, en son da kadın cinayetlerinden söz ediyoruz. Neden?

Çünkü, fiziki güç ve 16 yüzyıldan sonra topluma dikta edilmeye çalışılan dini ve toplumsal anlayış ile kırsal kesimde ki üretimin içindeki kadınlar hariç, kadın güçsüzleştirilmiş ve erkeğin tahakkümü altında sokulmuştur.

Oysa sözünü ettiğimiz o ilkel komünal dönemde güç kadındadır; kadın doğurgan, üretkendir, kadın komünün, ailenin düzenini sağlayan kişi, varlıktır. Daha da öncesi, kadının neslin devamını sağlamak gibi bir görevi olmasından dolayı da,  en güçlü dölü alabilmek için, en güçlü partnerini seçerdi.

Hatta hamile kalıp kalmadığını bilmediği için de birden fazla erkek onun denetimde olur, çocuk da doğduktan sonra onlar tarafından korunurdu.

İnsanlığın en gelişmiş çağı bu gün ise, kadın "yan baktı" diye, bir gün sonra ya hastane köşesinde ya da mezarlıkta yer altında.

İşte insanlığın iyiden ve güzelden yana evrilmesi, insanın, toplumun, ailenin ve bireylerin bu yönde eğitilmesi ve devlet gibi kurumların da SOSYAL DEVLET gibi daha kapsayıcı olması ile mümkündür. 

Her şeyin insanın ve insanlığın lehine olması için elbette ki ilkel komünal topluma dönmenin olanağı yok ama varlığı ile insanı eğiten, yücelten, onu günlük yaşama bağlamak için her türlü olanağı sağlayan ve her türlü imkanı kullanan devlete ve iktidarlara gereksinim vardır.

Bu SOSYAL DEVLETİ yeniden oluşturacak siyasi yapı ve kişileri de seçecek olan kişilerdir.

Eğer kişiler kendi hırs, kişisel tatminlerini bir kenara bırakıp, kendisi, toplum, ülke ve millet için en iyi olacak deneyim, bilgi ve yönetim deneyimi olacak insanları seçip, iş başına getirmezlerse;

O dünyada da, bu dünyada da, Pir Sultan Abdal'ın dediği gibi "Cehennem dediğin, dal odun yoktur/ Herkes ateşini kendi götürür"!..