İnsanların olduğu gibi toplum ve ülke yaşamında da bazı durum ve zamanları pek seviyorum.
Herkes elinde ne var ise ortaya döküyor, doğru ne, yanlış ne kimsenin umurunda olmuyor; varsa da yoksa da, kahve falı modu, "Neyse halin, çıksın falin"!..
Özellikle Demokratik Kitle Örgütlerinin, Sosyal Etkinlik ya da Hemşeri Derneklerinin toplantılarına katılıyorum.
Başı sonu belli, adres belli etmek için yapılanlardan söz etmeye gerek yok.
Özellikle sosyal ve siyasal içerikli dernek ve oluşumların toplantıları, konuları ve tartışmaları çok enteresan.
Geçenlerde Ankara'da sosyal ve siyasal niteliği belli bir derneğin salon toplantısına gittim.
Konu önemliydi, konuşmacılar ise toplumsal roller üstlenmiş dernek ve kurumların temsilcileri.
"Kadın" ve "Siyaset" konusu kunuşuluyordu.
Ankara'nın köklü bir Üniversitesinin hocası, bir siyasi partinin kadın konularında üst düzey yöneticisi, eğitimli kadınların kurduğu bir dernek temsilcisi ve seçim süreçlerinde kadınları önceleyen bir başka dernek temsilcisi.
Konuşmacılar oldukça nitelikliydi ama dinleyicilerin de onlardan kalan yeri yoktu.
Konuşmacılar, temsil ettikleri yerlerin durumlarını anlattılar ve neler neler yaptıklarını övdüler de övdüler.
Toplantıyı yöneten Hoca, konuşmasının bir yerinde sokaklarda, meydanlarda "kara çarşaflı" kadınların ne kadar da çok arttığından söz etti.
Toplantı çıkışı "salon hakkında neler düşünüyorsunuz" diye sordum Hocaya
Hocam da, çok güzeldi dedi.
Ben de siz, konuşmanızda "ortalıkta" kara çarşaflı kadın sayısının ne kadar da çok arttığından söz ettiniz ve çok da haklısınız;
Salon için "güzel" dediniz doğru, katılımcıların niteliği mükemmel ama sayısı az, salonun 5'de, hatta 6'da biri dolu;
Üstelik yıllardır benzer toplantı ve konuşmalar yapılıyor ama bir kesimin sayısı artarken bir kesimde sayılar azalıyor dedim ama Hocam olayı polemik boyutunda düşündü sanırım "işim var" dedi ve ayrıldı, biz de uğurladık.
Yine demokrat, solda bir sivil toplum kuruluşunun toplantılarına katıldım, bir hafta önce önemli bir ilçenin mevcut belediye başkanının yerine aday yapılan bir kişinin toplantısından sonra bu kez en azından sol kesimden en çok oy alacağı söylenen adayın, aynı yerdeki toplantısına katıldım.
Kendisinin "sosyaldemokrat" olduğu kabul edilen bir partinin adayı ile kendisini "sol, sosyalist" tanımlayan bir partinin adayının, seçilirse yapacakları konuşuldu.
Sözcük ve söylem değişikliği dışında pek farklı bir şey de yoktu.
Bir kere kavramlar birbirine girmişti ki burada ben adaylara hiç bir şey demiyorum, en tepedekiler bile aynı kavramları kullanıyordu.
"Sosyal Refah Devleti".
Siyaset bilimi konusunda ahkam kesecek durumda değilim ama "SOSYAL DEVLET" ile "REFAH DEVLETİ" kavramlarını yok sayıp, sosyal devletin sağlayacağı olanakları kaliteyi ve güvenceyi, sağlayacağı konforu "refah" konusuna bağlamak kadar basit birşey olmazdı.
Bilinen en temel tanım, "Sosyal Devletin", yurttaşlarının sorunlarını kökten çözdükleri, sorun olmadan çözüm ürettikleri devlet yapısıdır.
Örnek, kişilerin sağlıklı olmasını ve hastalanmamasını önceler, bir şeklide hastalanır ise de ona devlet kendisi çözüm üretir. Hastahane ve tedavi masraflarını karşılamak devletin görevidir.
İnsanları "Askıda Ekmek" ya da "yardım kolilerine" muhtaç hale getirmez; bazı Avrupa Ülkeleri, Küba, Çin, Kore vb.
Refah Devleti ise, yurttaşları değil, hakim sermaye sınıfını önceler. ABD, İngiltere, Almanya, son dönemler için petrol zengini arap ülkeleri.
Bu ülkeler de yurttaşlarının sorunlarına çözüm üretir ama hastalanınca sağlık hizmeti satar, devletin ve özel sektörün sunduğu hizmetler, yurttaşları tarafından satın alınır.
Birleşmiş Milletler’in (BM), Dünya Mutluluk Günü dolayısıyla yayımladığı "Dünya Mutluluk Raporu"nda, yurttaşlarının en mutlu olduğu ülkelerin, dünyanın en zengin ekonomileri/ülkeleri değil, sosyal devletin ve kurumsal desteklerin hâlâ güçlü olduğu ülkeler olduğunu ortaya çıkmıştır.
Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Çözüm Ağı (UNSDSN) tarafından hazırlanan raporda ülkeler gelir, sağlıklı yaşam beklentisi, sosyal destek, özgürlük, güven ve sosyal güvenlik değişkenleri bakımından kıyaslandığında;
Finlandiya, dünyanın en mutlu ülkesi olurken, bunu Norveç, Danimarka, İzlanda, İsviçre, Hollanda, Kanada, Yeni Zelanda, İsveç ve Avustralya gibi ülkelerin izlemesi bir rastlantı değildir.
Mutluluk endeksi sıralamasında Türkiye 143 ülke arasında 98'ci sırada yer almıştır. .
Dünyanın en büyük ekonomisine sahip ülkelerin mutluluk sıralamasında geride kalmalarının sebebi de her ne kadar "sosyal devlet" uygulamalarını öncelemeye çalışsalar da, sorunları kökten çözmedikleri için, insanların sağlık, mutluluk gibi yaşam kaliteleri, sürekli ve sürdürülür değildir.
Bütün bu ayrımlar gözden kaçırılarak sadece uygulamalar ile bir siyasi söylem pek gerçekçi değildir.
O yüzdendir ki, ülkenin ana muhalefet partisi gün gittikçe küçülmekte, siyasi kimliğini yitirmektedir.
Bu da kendi partili ve seçmen tabanın aidiyet duygusunun kaybolmasına sebep olmakta; sol, sosyal demokrat seçmen kendini savrulmuş vaziyette hissetmekte ve başka partilerde kendini aramaktadır.
Özellikle sol, sosyalist, komünist seçmenler ile mevcut iktidarın ideolojik ve kendisine ekonomik nedenlerden dolayı bağlanmış seçmeni dışındaki seçmenlerde görülen savrulma çok önemlidir.
Bu yurttaşlar, ideolojik ya da geleneksel olarak kendilerini yakın hissettikleri partiler ile gönül bağlarını gittikçe koparmakta, "AİDİYET DUYGULARI KAYBOLMAKTADIR"!..
Bazı partilerin oylarının azalması, bazılarının da artmasında ki en önemli sebeplerden birisi de budur.
O aday, o gün bunu fark etmişti ama başka fark edenler olur mu bilemem?