Güney Danimarka’daki Nymindegab köyüne gezimize kıyı turuyla başladık, müze ziyareti ile sürdürdük. Müzedeki soluklanmadan sonra yürüyüşe çıktık, yöresel mimariyi, çevreyi gözlemledik.
Nymindegab Müzesi’ndeki objeler elbette önceki yazıda özetlediklerimle sınırlı değil. Yörenin keşfinde, tanınmasında emeği geçenlerin portrelerinden özel eşyalarına, yöredeki canlı türlerinin görsellerinden yine yörede kullanılan el ve ev araç gereçlerine kadar geniş bir yelpaze…
Tüm sergileri tadına vara vara gezdik. Balıkçılara yakılan ağıdı tekrar dinlemek için birkaç kez aynı salona döndüm.
Marangoz atölyesinde, çocukluğumdan bildiğim ağaç rendeleri, keskiler, burgular, metal çivi kullanılmadan yapılmış olan eşyalar, usta az önce yemeğe gitmiş gibi yerli yerindeydi.
PASTALI ÇAY KAHVE MOLASI
Yorulan kendini girişteki dinlenme salonuna attı. Salonun bir köşesi ve üst katı çocuklara ayrılmış. Resimden çeşitli boyamalara kadar yeteneklerini konuşturup oyalanıyorlar.
Girişte çay, kahve ile hediyelik eşyalar var. Kahve ve çayı ister fincanla, ister demlik olarak alabiliyorsunuz.
Hediyelikler çoğunlukla yöreye özgü yiyecek içecek ve eşyalardan oluşuyor. Çay kahve siparişi verirken, güler yüzlü görevli ‘‘pasta alın lütfen, pastalarımız ücretsiz ikram’’ dedi. Çayımızı kahvemizi içerken pastalardan da atıştırdık. Aldığımız enerjiyle köyü keşfe çıktık.
OT YALIMLI ÇATILAR
Köyde bir tane çok katlı (dört veya beş) bina var. Çok amaçlı eğitim merkezi gibi bir şey. Diğer binalar bir ya da iki katlı. Yörenin mimari özelliğini taşıyanların çatıları ot yalıtımlı. Bizdeki hasır otuna benzer, suya dayanıklı bir otla kaplı çatılar.
Köyün merkezinden geçen anayolun yanı sıra sokaklar kaldırımlı, tertemiz. Köyün çevresinde yürüyüş ve bisiklet yolları var. Gezi yolları merkez dışındaki evlere ulaşımı da sağlıyor; bunlar asfalt değil, sıkıştırılmış çakıllı kum. Fakat ayaklar çamur olmuyor, araçlar geçerken toz savrulmuyor.
Klasik Kuzey Avrupa köy evlerinin bulunduğu bir hat boyunca yürüdük. Kıyıdaki sert rüzgar yoktu, hafif bir esinti vardı ama soğuktu.
İklim nedeniyle bodur kalmış olan güller, esintide sallanan son çiçekleri ve tohuma dönmüş topçuklarıyla sanki ‘‘hoş geldiniz’’ diyorlardı.
Evlerin çevresinin boş olması bazılarında sadece basit çitlerin bulunması dikkatimi çekti. Katı mülkiyetçi anlayışı ya da yeni yerleşim kültürü olan ‘‘kapalı-kapılı hayat’’ı reddi gibi geldi.
Soğuk havaya rağmen, kum vadisinin bir tepesinden diğer tepesine ve o tepenin perdelemeye çalıştığı denize bakarak bir hayli yol aldık.
VİRANELER VE HÜZÜN
Çatısı çökmüş, sadece duvarları ayakta birkaç ev de gördüm arada, kulübeden hallice. Bizim boşalan köylerdeki kaderine terk edilen evler gibi.
İster istemez bir hüzün dalgası yalayıp geçti beni. Uzaklara sürüklendi bakışlarım. Az önce dinlediğim ağıt yankılandı kulaklarımda; özlemle yanan, endişeyle bekleyen birileri ‘‘Yine mi gurbetten kara haber var’’ der gibiydi burada da… Neyse ki görsel güzellikler, çabuk alıp götürüyordu, hüzün dalgalarını.